“Ayla” filmi ile Türk sinemasında unutulmayacak bir yer edinen Can Ulkay-Mustafa Uslu ikilisi bu sefer karşımıza Müslüm Gürses, gerçek adı ile Müslüm Akbaş’ın biyografik hikayesi ile çıkıyor. Halbuki bu ikili 2017 yılında “Sarıkamış Çocukları” filmi ile şansını denemiş, Box Office Türkiye verilerine göre yalnızca 12.280 kişi tarafından izlenmişti.

“Ayla” filmi ile Süleyman Dilbirliği ve Ayla’nın hikayesini “Hayat Güzeldir” havasında işlemiş, Türk sinemasında ortalamanın üzerinde bir sonuç ortaya çıkarmıştı. Türkiye’nin her sene Oscar’a Aday Adayı filmi göndermesi ile 2017 yılının seçilen filmi de o olmuştu. Hatırladığım kadarıyla sinema salonlarında afişlere “Türkiye’nin Oscar Adayı” gibi reklamlar yapılmış bu da seyirci artışına sebep olmuştu. Halbuki Türkiye her sene bir filmi aday adayı olarak yolluyor, fakat bugüne kadar hiçbir filmimiz adaylığı elde edememiştir. Dondurmam Gaymak, Kelebeğin Rüyası bunlara örnektir.

Yönetmen Can Ulkay ise 3. filminde yine özgün bir hikaye ile karşımıza çıkamıyor. Popüler olan ya da olabilecek konular üzerinden kurgusal metinler sunuyor. Bu filmde ise 2013 yılında aramızdan ayrılan Türk müziğinin önemli ismi Müslüm Gürses’in hayatını anlatmaya çalışmış.

 

Filmin senaryosunu “Kinyas ve Kayra”, “Daha” gibi kitapların yazarı olan Hakan Günday kaleme almış. Hakan Günday “Şahsiyet” adlı dizinin de senaryosunu yazmıştı ki kendisini daha birçok yapımda görsek şaşırmayız. Hakan Günday’a ise Gürhan Özçiftçi eşlik etmiş. İkili senaryo olarak başarılı iş çıkarmış. Replikler ve hikaye oldukça tutarlı işliyor. Fakat arada kopukluk olduğu da bir gerçek. Yönetmen etkisinden midir bilinmez ama filmin bazı sahneleri oldu-bittiye getirilmiş.

Film o zamanlar adına henüz “Şanlı” unvanı verilmeyen Urfa’da başlıyor. Macaristanlı görüntü yönetmeni Martin Szecsanoz burada çok başarılı bir iş çıkarmış. Taşra manzaraları filmin atmosferine çok uyum sağlamış. Bunun yanı sıra taşranın toplumsal yapısı ve yaşantısı çok güzel aktarılmış. Ataerkil bir toplumda kötü bir babaya sahip olan Müslüm, trajik bir çocukluk geçirmiştir. Bir gün babasından kaçarken tesadüf eseri Halk Evi’ne girer ve orada hayatına yön verecek isim olan Limoncu Ali ile tanışır. Burada dikkat etmemiz gereken bir diğer husus Cumhuriyet döneminde açılmış olan Halk Evlerinin nitelikli isimler yetiştirmeye uygun bir yapıda oluşudur.

Limoncu Ali ile Müslüm ilişkisi alışık olduğumuz aileşen öğretmen-öğrenci klişesine yakalanmıyor. Limoncu Ali, Müslüm’e daima “hümanist” jargonlar ile insanlık öğretmeye çalışıyor. Örnek olarak dervişlerden, Yunus Emre’den bahsediyor. Öyledir ki Müslüm Gürses şarkılarında toplumdan çok bireye hitap eder ve bunun sonucunda toplumu yakalamıştır. Müslüm Gürses’in “birey”i toplumda ayna etkisi oluşturmuştur.

Limoncu Ali’nin başarılı öğrencisi olan Müslüm dönemin “sinema” adı verilen kültürel organizasyonlarında sahneye çıkıp para kazanmaya başlar. Amatör halde yaptığı türkü söylemenin manasını Limoncu Ali ile öğreniyor. Zira bu sıralarda “kötü” babası hapistedir. Babasız daha huzurlu ortamda yaşayan Müslüm, hayallerine doğru yürümeye başlar ve o “klişe” güvercinleri göğe fırlatır…

Müslüm Gürses’in Türk toplumuna olan etkisi azımsanmayacak derecede büyüktür. Hayata karşı daima bir “isyan” halinde olmakla beraber kitleleri de bu isyana sürüklemiştir. Psikolojik açıdan incelemek çok mümkün olmamakla beraber sosyolojik olarak incelendiğinde insanı isyana teşvik eden şeyin ne olduğu merak edilmiştir.

Hapishaneden çıkan babasının geçirdiği cinnet sonrası annesi ve küçük kız kardeşini öldürmesi trajik bir olaydır. Kendisinin ve kardeşinin hayatı bu noktadan sonra daha melankolik bir hal almıştır.  Artık pavyonlarda şarkı söyleyen bir isimdir.

Filmin bu noktadan sonrasında ise başka bir atmosfer hakim. Zorlu şartlarda büyürken hayallerinin peşinde koşan çocuğun hikayesi artık bir şarkıcının aşk hayatına dönüşüyor. Tarsus’da bir pavyonda şarkı söyleyen Müslüm, geçirdiği trafik kazası sonucu sol kulağının duyma yetisini kaybetmiştir. Geçirdiği nöbetler ve gördüğü kabuslar da kazanın kalıcı etkilerinden. Fakat bu dezavantajlar onu müzikten itmemiştir. “Kulağını değil kalbini dinlemeye karar vererek” yoluna devam etmiştir.

Geçirdiği nöbetlerden birisinde ise çocukluğundan beri hayranı olduğu Muhterem Nur’a tokat atmasına akabinde onunla tanışmasına sebep olmuştur. Aralarında 21 yaş bulunmasına rağmen yaşayacakları ilişkinin temeli burada atılmıştır.

Muhterem Nur karakteri filme giriş yaptıktan sonra film adeta Romantik Komedi havasına bürünmüş. Kullanılan müzikler ve çekilen sahneler klişe Türk romantik filmlerinden çok farkı yoktu. Filmin yönetmenlik koltuğunda bulunan diğer isim Romantik Komedi filmi ile tanıdığımız, Ketche lakaplı Hakan Kırkavaç. Yönetmen Ketche’nin filmi yarıda bıraktığı haberlerinden sonra Can Ulkay’ın devreye girmesi filmin ortak bir tasarı olmayışını açıklıyor. Ulkay-Kırkavaç ikilisi farklı tarzda yönetmenler olmasından dolayıdır ki film bir türlü bütünlük sağlayamıyor. Aşk filmi, biyografik film, belgesel üçlemesi arasında bir oraya bir oraya savruluyor. Tutarsız bir tür ile Müslüm gittikçe olgunlaşıyor. Tam bu noktada film kopuyor. Kosovalı kurgucu Mustafa Presheva bu noktada sınıfta kalmış. Zira turnelere gidip pavyonlarda, çay bahçelerinde şarkı söyleyen Müslüm Gürses birden Türkiye’yi kasıp kavuran bir isime dönüşüyor. Gülhane Konseri sahnesi başarılı bir çekim olmakla beraber hayran kitlesinin coşku sebebini açıklayamıyor. Fanatiklerin adeta zombi gibi nedensiz yırtınışları ve ardında Müslüm’e olan saldırıları hep bir soru işareti.

Müslüm Gürses toplumda büyük bir kitle elde etti ve bu kitle yıllarca “jiletçiler”, “psikopatlar” gibi jargonlarla ötekileştirildi. Fakat filmde bu “jiletçi” kesimin neden isyankar olduğu ve nasıl o denli bir tavır sergiledikleri açıklanmıyor. Açıklamayı bırakın filmde 1 adet bile jilet atan insan göremedik…

Can Ulkay özel bir gazetede yaptığı röpörtajda “Neden jilet göstermediniz?” sorusuna ise “Yaş sınırına takılmak istemedik.” diyerek cevaplıyor. Film kariyeri boyunca daima popülist davranarak gişeye oynayan isimden daha farklı bi açıklama beklenemezdi açıkçası… Daha fazla seyirci hikayenin bütünlüğünden daha ön planda tutulmuş… Filmin afişine bile baktığımızda “Müslüm” isminin altında “Baba” ibaresi koyulmuş. Şenay Aydemir’in de dediği gibi “Müslüm var Baba yok.” Popüler olduğu yıllarda TRT tarafından “gençleri intihara sürüklüyor” gerekçesiyle sansüre uğraması ise sadece bir replikle geçiştirilmiş…

Oysa Müslüm Gürses, özellikle de 12 Eylül sonrasında bir araya gelmeleri, yan yana durmaları yasak olanların, Zeytinburnu’nun kokuşmuş deri atölyelerinin hastalıklı çocuklarının, sanayi sitelerinin ve yoksul semtlerin afili delikanlılarının, gururu kırılmış babaların gadrine uğrayıp onunla teselli bulmuş yüz binlerin ellerinde ‘Baba’ mertebesine yükseltildi. Örseleyen, hor gören, itip kakan, aşağılayan, hak ettiği değeri vermeyen ‘devlet baba’nın görüp de görmezden geldikleri; buyurgan babaların evlatları, o hiç istemediği halde, baba olarak seçtikleri Müslüm ile birlikte söylediler şarkılarını. Filmde hikayenin bu tarafını görmek mümkün olmuyor ne yazık ki.

Filmi “genel olarak Müslüm Gürses’in hayatı” şeklinde yorumlasak yanlış olmaz. Müslüm Gürses akımını anlatıp anlamlandırmamış fakat Müslüm’ün hayatını özetlemiş. Seyirciyi dramatize edilmiş sahnelerle duygulandırmaktan başka bir amacı yok. Çektiği çileler, yaşadığı zorluklar ön planda tutularak olayların arka yüzü anlatılmamış. Bu da hikayeyi oldukça epik bir hale sokmuş. Türk seyircisinin adeta can evinden vurmuş. Oldukça bereketli bir yapım haline getirmiş.  Bütçesinin yaklaşık 21 Milyon olduğu söylenen film kostüm ve dekor konusunda ucuza kaçmamış. Özellikle konser sahneleri oldukça başarılı. Bunun yanı sıra makyajlar da oldukça -Müslüm’ün burnu dışında- yerinde.

Yıllar boyunca alt-kültürün zenginliği olan Müslüm Gürses bugün hemen hemen toplumun her kesiminde rağbet görüyor. Harbiye Açık Hava Konseri ile toplumun her kesiminin gönlünü kazanan Müslüm Gürses, Türk müziği için eşsiz bir isimdir. Türk sinemasında biyografik filmlerimiz oldukça az maalesef ve böyle bir filmin olması da bir şanstır.

Oyunculuklara gelirsek Şahin Kendirici, Timuçin Esen, Zerrin Tekindor, Ayça Bingöl ve diğerleri harika iş çıkarmış. Erkan Kolçak Köstendil ve Güven Kıraç’ın konuk oyunculuklarına gerek var mıydı bilinmez fakat sırıtmıyor. Özellikle konser sahnelerinde kullanılan figüranlar can-ı gönülden oynamışlar. Bu arada Timuçin Esen’in şarkıları kendisinin seslendirmesine ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Biyografik filmlerde özellikle şarkıcılara ait biyografik filmlerde bu çok eleştirilen bir konu olmuştur. Playback yapılması gerektiği yönde görüş vardır. Fakat oyuncunun performansı şarkıcı için en en önemli kriteri canlandırabilmesine bağlıdır. Timuçin Esen’in harika performansını göz ardı edemeyiz.

Filme notum 5/10